Türkiye’de de gençler, ki bu neredeyse ülke nüfusunun çeyreğini kapsıyor, tıpkı dünya genelindeki akranları gibi çeşitli sorunlarla karşılaşmakta. Özellikle pandemi ile beraber artan temsiliyet sorunu, işsizlik, fırsat eşitsizliği ve güvencesizlik/güvenlik sorunu, Türkiye’deki gençleri ve özelde gençlik hareketini hem fiziksel hem de ruhsal olarak yıpratan bir durum haline gelmiştir. Ayrıca, karar alıcıların büyük bir çoğunluğunun ‘yaşlı’ olduğu bir sistemde, özne olarak temsil edilemedikleri gibi seslerini duyurabilecekleri veya yaşadıkları problemleri aktarabilecekleri bir platformdan/mekanizmadan da yoksunlar. Türkiye Genç Barış İnşacıları İnisiyatifi olarak bu konuya dikkat çekmek için Arayüz Kampanyası Direktörü Nevzat Taşçı ile gençlerin yaşadığı temsiliyet ve güvencesizlik sorunları üzerine iki bölümlü bir röportaj serisi gerçekleştirdik.
BMGK’nın 2015 tarihli 2250 sayılı “Gençlik, Barış ve Güvenlik” konulu kararın gençlerin temsiliyeti ve katılımı konusunda açık bir vurgusu var. Türkiye’de bir şeyler için harekete geçen gençlerin bu eylemselliğinde BMGK’nın nasıl bir etkisi var? Alanda olan biri olarak bir gözlemlerin neler?
Bu eylemsellikte, bir şeylere tepki göstermeye başlayan gençlerde en azından doğrudan bilinçli bir etkisi olmasa bile çok anlamlı bir etkisi olduğunu inanıyorum. Bu anlamlı etki; gençler kendi haklarını talep ettiklerinde ve bunun için mücadele etmeye başladıklarında Birleşmiş Milletleri referans edebilecekler ve bu Türkiye içerisinde gençlerin önüne bariyer çeken siyasetçiler için, büyükleri için onları kırabilecek, ikna edebilecek çok önemli bir unsur. Bir şey yapmaya, bir şeylere itiraz etmeye başladıktan sonra; bir genç olarak aslında kaybedeceğiniz şeyler hiç de azımsanacak kadar küçük şeyler değil. Özellikle Türkiye gibi bir yerde gelecek açısından kaybedebileceğiniz çok fazla şey var; kamu sektöründe de çalışmayı unutmamız gerekebilir ya da gelecek tahayyülünüzde bazı işleri yapmak istiyorsanız o işlerden menedilebilirsiniz. Tüm bunlara rağmen bir şeyler yapıyorken; bu riskleri göze alıp bir şeyler için mücadele ediyorken, gençlerin karşısına çıkacak insanlara karşı inançlarını korumasında, duruşunu bozmamasında bir moral, motivasyon desteği var bence bu kararın. En azından uluslararası arenada bizim bunu yapabileceğimizi inanan bir kurum var ve bu kurum da Birleşmiş Milletler gibi önemli bir kurum diyebilir ve bu motivasyon onun hareketliliğinde destek alabileceği bir unsura dönüşebilir diye düşünüyorum.
Türkiye’de sivil toplum katılımlarında ya da gönüllülük faaliyetlerinde bulunma durumunda gençlerin, katılım oranlarına ilişkin ne yazık ki düşük bir oran gözlemleniyor. Gençler neden gönüllülük faaliyetlerinde bulunmakta zayıf kalıyor ya da neden belli noktalarda sivil toplumda aktif olmakta hep ikinci kez düşünüyor? Bunun temelinde ne görüyorsun?
Türkiye’de kültürel olarak aktarılan ve gençlerin üstüne koşullandırılan bir durum var; aman oğlum kızım tadın kaçmasın, sen yapma, boşver başkası yapsın muhabbeti var ya da Türkiye’yi sen mi kurtaracaksın, dünyayı sen mi kurtaracaksın, sana mı kalmış gibi. Bunlar kültürel olarak çok önemli bir noktada baskılıyor. Anadolu’da özellikle görece küçük şehirlerde bir şeyler yapmak isteyen, bir şeyleri değiştirmek için mücadele etmek isteyen gençlerin önüne bu tarz aileleri, çevreleri tarafından baskılandığını hem kişisel hikayelerden çok fazla duydum, dinledim, hem de etrafımda çok fazla gözlemledim. İkinci neden ise; Türkiye’de bir şeylerin mücadelesini verirken örgütlü mücadele vermek insanlar tarafından öcüleştirilmiş, korkutulmuş bir hale getirilmiş. Kamusal alanda örgüt kelimesinin kullanımında da insanlar sıkıntılı örgütler gibi söylemlerden duyduğu için direkt burada o kelime üstünden örgütlenmeyi yaftalamaya başlıyor. Bunu kırmamız gerekiyor, sivil toplum örgütleri olarak bence misyonlarımızdan birisi bu olmalı. Kişisel olarak ben zaten bir şeyleri anlatırken, konuşurken de örgütleniyoruz, örgütlü hareket ediyoruz kelimesini olabildiğince kullanmaya çalışıyorum ki temize geçirebilmek için. En azından beni tanıyan insanlarda algıyı kırmaya çalışıyorum. Tüm bunların ötesinde gençlik alanında bu aktarım hikayesini kırmaya başladık bence. Gençler sivil topluma katılmasa da ya da bir yerde örgütlü olmasa bile; ölçü değişse de elinden geldiğince, bir yerlerde hak savunulup mücadele edilirken destek olmaya, en azından moral olarak onun yanında konumlanmaya çalışıyor. Şu an oranın düşük olmasının bir diğer nedeni de gençlerin mücadele edebilecek materyallere sahip olmaması. Bir hak savunuculuğu yapabilmek için en nihayetinde; nispi de olsa kendi imkanlarını oluşturmuş olman lazım. Hem okuyan hem çalışan bir genç açısından ekstra bir yerde gönüllü olarak mücadele etmek için enerjisi, zamanı kalmıyordur. Türkiye’de maalesef sivil toplumda var olabilmek de bir noktada belli şeyleri sağlamış olmayı gerektiriyor. Bir noktada lüksleştirilmiş. Tüm bunları total olarak düşündüğümüzde bu düşük katılım düzeyinin oluştuğunu düşünüyorum. Yoksa gençlerin sivil topluma bakış açısından da sivil toplumla birlikte mücadele etmek için moral motivasyona sahip olma açısından da geçmiş nesillere göre daha iyi konumda olduğunu düşünüyorum.
Sivil toplumun gelişmesi belli demokratik koşullara ve bunun ön şartına bağlı ama sivil toplumu geliştirmeden de o demokratik toplumu inşa edemiyoruz. Gençler kendini güvencesiz hissediyor, önceliğini eğitim, iş alanında vs de konumlandırıyor, orada çabalıyor ama oradaki çabasını hızlandıracak şey de arka planda belki sivil topluma yapacakları olabiliyor. Bu noktada gençlerin hissettiği güvencesizliğin çok fazla alt kırılımı var. Tüm bu güvencesizliğin boyutu nedir?
Bahsettiğin ikileme katılıyorum; mücadele edebilmek için belli imkanların olması, belli imkanları elde edebilmek için de mücadele etmen gerekiyor. Türkiye’de gençler o kadar güvencesiz hale geldi ki artık kaybedecek bir unsurumuz kalmadığı için bir noktada mücadele etmeye de başlayan bir kesim var. Türkiye’de hayal kurmak konusunda arkadaşlarımla sohbet ederken şöyle rahat emekli olayım, güzel bir hayat yaşayayım gibi hayaller değil; tatile gitsem çok güzel olur şeklinde. Hayallerimiz tatile gidebilmeye kadar indirgenmiş ve bu onun suçu değil çünkü gidemiyor. Tatile gitmek, dinlenmek bir lüks gibi görünüyor. Türkiye’de durmadan mücadele etmeye dair kültürel bir baskı ve aynı zamanda kuru ekmek soğana talim edin, razı olun şeklinde bir baskı var. Hayır, buna razı olmak, illa sürünmek zorunda değiliz. Sadece hayatta kalmak zorunda değil, yaşamak da istiyor olabiliriz. Ve bu nankörlük ya da beğenmemezlik vs. değil; bir insan olarak temel bir isteğimiz, ihtiyacımız aslında. Tüm bunların yanı sıra da mesela bir genç olarak ben kendim de lisans sonrasında, gelecek hayali kurarken ister istemez endişe ediyorum: ‘Nasıl geçineceğim, kendi alanımda bir para kazanabilecek miyim ve bu kazandığım para beni geçirebilecek mi? İstediğim hayatı yaşayabilecek miyim?’ Muhtemelen harcadığım efora kıyasla çok düşük ücretlere çalışacağım ve bunu görmek moralimi bozuyor, canımı sıkıyor. Bunu düşünmek okuduğum bölüme dair, gündelik hayata dair de moralimi bozuyor ve bu moral bozukluğu bir noktadan sonra kronik bir mutsuzluğa eviriliyor. Etrafımda çok fazla öyle umutsuzluğa kapılmış; ben bunu yapacağım da bana ne olacak gibi bir noktaya düşen arkadaşlarım var. Bir noktadan sonra onun da altına inince artık kaybedecek bir şey kalmadığını hissedince mücadele etmeye başlayan bir kesim de var; bu bence bir geçiş aşaması. Güvencesizlik bir noktada bizi güvencesiz bırakanların sonunu getirecek bir unsura dönüşecek. Çünkü kimse bu hayata tamah etmek zorunda değil ve gençler başka ülkeleri başka gençlikleri de görüyor; onların nasıl hayatlar yaşadıklarını gördükten sonra neden ben daha azla yetineyim ki, o genç ile benim aramdaki fark ne diyor. Türkiye’de doğdum diye paketi kabul etmiş, rıza göstermiş mi sayılıyorum? Bu tamamen bir doğum piyangosu. Bu güvencesizliğin kademeli bir şekilde mücadeleye dönüşeceğini düşünüyorum.
Bir süredir bir krizin içerisindeyiz. Ve bu bir yandan umudumuzu azaltırken bir yandan da tamam artık bir şey yapmalısın sinyallerini yaktığını görüyoruz. Bu açıdan krizin ve güvencesizliğin etkileri hakkında neler söylemek istersin?
Önceden insanlar atıyorum ev ve araba alma isteğinde bulunabiliyormuş; şu an ben etrafımda hiç ev alayım, araba alayım diye hayali olan bir arkadaşım görmüyor. Tatile gidebilme hayallerine kadar indirgenmiş durumda. Bir noktadan sonra güzel bir yemek ya da giyim gibi unsurlara da indirgenemez. Durumlar buraya geldiğinde insanlar ne oluyor demeye başlıyor. Mücadeleyi yürüten insanlar da bir şeyler için mücadele edilmesi gerektiğini fark edenler, hayatlarımızda bu farkındalığın oluşması gerekiyor. Bu kriz aslında bu farkındalığı çok büyük kitlelerde oluşturuyor ve o kitleler harekete geçmeye ve daha iyisini talep etmeye başladığında, farklı bir noktaya geleceğiz. Kriz bu açıdan belki de bakın bunlarla mücadele etmemiz gerekiyor demekten daha etkili bir şey oluyor. Çünkü insanlar kendi hayatlarında, kendi ceplerinde görüyorlar; birilerinin anlatmasına gerek yok. Yaşananları doğrudan hissediyor, muhatap haline geliyorlar ve bu da durumu değiştirebilmek için onlara doğrudan bir motivasyon sağlıyor diye düşünüyorum.
Gençlerin kampüs gibi kendi alanlarının da işgal edildiğini görüyoruz. Kampüs alanında da rahat edemediğinden eğitim gibi olgulara da inancı kalmamaya başlıyor. Zaten nitelikli eğitim çok fazla bir sorundu Türkiye’de. Güvencesizliğin kampüslere de taşıdığını söyleyebilir miyiz?
Üniversite kampüsü gerçekten özgür olmalı ve orada rahatça tartışabiliyor olmamız lazım; otoriterleşen bir lider varsa onu da rahatça tartışabiliyor olmamız lazım. Zaten en temel üniversitede tartışılmalı, sonra kademeli olarak sokakta, kamuya açık mekanlarda tartışılmalı. Biz de kamusal alanda böyle tartışmalar yapmak çok zor; bir anda hiç beklemediğiniz bir şekilde tutuklanabilirsiniz. Onun ötesinde bu kampüste de artık zor olmaya başladı. Derslerde örneğin bir siyaset bilimi öğrencisi olarak rahat rahat Türkiye’de var olan durum üstünden örnek veremiyoruz. Ne hoca verebiliyor ne öğrenci verebiliyor. Hocayı ve öğrenciyi tedirgin eden unsurlar var ve sadece bir şeyi öğrenmek, tartışmak isterken ya da bir şeylerin nedenlerine inmek isterken kendinizi hain olarak bulabiliyor, sıkıntılı bir noktada konumlanıyorsunuz ve bunun yansımaları oluyor. Güvencesizlik, ekonomi temelli olmaktan çıktı, bizim artık kendimizi ifade etmede de güvencemiz yok; fikirlerimizi söyleme noktasında alanlarımız daraldı ve bu hayatımızın bir çok noktasına sirayet etmeye başladı. Twitterda ben gidiyorum diye bir tweet atan insan tutuklanabiliyor bu ülkede. Bundan rahatsız olacak ne var? Gidiyorum ben yazıldığında değerlere laf edilmiş gibi algılamaya, bunu o kadar büyütmeye gerek yok. O yüzden gençlere bu kadar baskı, alan daraltması yapmak, onların hiçbir noktada güvencelerinin olmaması değişimi başlatacak gibi geliyor bana.
Hayatındaki her alanda güvencesizliği hisseden gençlerin yurtdışına gitmesi ya da karşısına öyle bir fırsat çıktığında bunu değerlendirmesi daha olası oluyor. Beyin göçüne sebep olan faktörleri de düşündüğümüzde gençlerin gelecek idealinde yurtdışının artık yabancı memleket olmaktan çıkmasının, bu algının zayıflıyor olmasının nedenlerini nasıl görüyorsun?
Yabancı kalma artık göze alınabilir bir hale geldi. Çünkü kendi ülkende hiçbir şey yapamıyor, bir gelecek planlayıp tasarlayamıyorsun. Bu hem var olan krizlerden, hem de Türkiye’nin öngörülebilir bir ülke olmamasından. Yarın ne olacağını bilemiyor olmak kişisel olarak plan yapmanı bile engelleyen bir unsur haline geliyor. Bunu düşündüğünde başka bir memlekete gitmenin getireceği başka bir kültüre adapte olmak, ailenden sevdiklerinden uzak kalmak gibi sıkıntıları göze almak daha kolay hale gelmeye başlıyor. Çünkü ülkede kalmak daha zor hale gelmeye başladı. Ben gidenlere asla gitme, neden gidiyorsunuz ya da gitmemek gerek gibi şeyler söylemem. Kimseye böyle bir ahlaki üstten bakış açısıyla bakmak benim haddime değil ve bence bu kimsenin haddine de değil. Doktorların hem öğrenciyken hem de meslek hayatlarında birçok sıkıntı yaşayıp gittiklerini görüyorum. Biri çıkıp doktorlara gitmek yasaklansın, yetişmeleri için emek ediyoruz diyebiliyor. Sen o insanların yetişmesine emek ediyorsun da o insan kendisini de emek edip bir efor sarf etmiyor mu sanki? Bu çok ters bir bakış açısı geliyor ve insanların asla gençleri anlamadıklarını düşünüyorum. Bir genci tüm her şeyi geride bırakıp gitmeye itebilecek o kadar sebep inşa edildikten sonra; bu ülkenin geleceği sizsiniz, yarınlarımızı siz toplayacaksınız gibi beylik laflar etmenin hiçbir anlamı kalmıyor. Hem gitmeyin, yarınları siz toplayacaksınız diyorsunuz hem de ne bir karar mekanizmasında ne bir süreçte gençlere yer veriyorsunuz, ne de ona müdahale edebileceği bir alan tanıyorsunuz. Bugün Türkiye’de gençler hayatlarında, karar verme sürecine dahil olamadıkları kararların etkilerini yaşıyorlar ve o etkiler o kadar üst noktada ki; hem ben karar verilirken orada olmayacağım hem de sonuçlarından en çok ben etkileneceğim. Neden ben bunu çekeyim ki? Bu artık o insanları o kadar daralttı, bunalttı ki gidiyorlar. Beyin göçünü bir noktada durduramaz isek ülke için sıkıntı olmaya başlayacak. Ama durdurmanın yolu da kesinlikle yasaklamak ya da o gençlere işi zorlaştırmak değil. Burayı daha yaşanılabilir, daha cazip, daha keyifli hale getirmek. Burada insanların gelecek kurabileceği bir varyasyon yaratmak o insanların gitmesini zaten engelleyecektir.