Türkiye İstatistik Kurumu 2020 verilerine göre Türkiye nüfusunun %15,4’ü 15-24 yaş aralığında. Buna 25-29 yaş aralığındaki genç nüfus da eklendiğinde Türkiye’de yaşayan toplam nüfusunun yaklaşık %24’ünü genç nüfus oluşturmakta. Pandemi ile beraber bu devasa grubun yaşadığı sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel sorunlara yenileri eklendi. Dünyadaki akranları gibi çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalan Türkiye’deki gençler aynı zamanda ülkemize özgü gençlik sorunlarıyla da mücadele etmekte. Bunun yanı sıra, gençler bu sorunların çözümü için kurulan karar alma mekanizmalarının içinde kendine yer bulamamakta, sesini duyuramamakta.
Siyasal düzlemde gençlerin temsiliyetine yönelik böyle bir sıkışmışlık hali mevcut iken, sivil toplumda gençlerin düşüncülerini önemseyen ve beklentilerini esas alan çalışmalar daha büyük bir değer kazanmakta. Habitat Derneği’nin yakın zamanda yayımladığı ‘Türkiye’de Gençlerin İyi Olma Hali: Saha Araştırması Bulguları’ adlı rapor, bu değerli çalışmalardan bir tanesi. Bizler de ülkemizde gençlerin yaşadığı temel sorunlara dikkat çekmek isteyen bir gençlik hareketi olarak raporun yazarı değerli hocamız Prof. Dr. Emre Erdoğan ile gençlerin iyi olma hali üzerine söyleştik.
Prof. Dr. Emre Erdoğan Kimdir?
Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olan Emre Erdoğan aynı bölümde doktorasını tamamladı. 1996’dan itibaren kamuoyu araştırmaları yapan Erdoğan 2003 yılında bağımsız bir araştırma şirketi olan Infakto RW’yu kurdu. 2005 yılından itibaren Boğaziçi Üniversitesi ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yarı zamanlı olarak Araştırma Metotları ve İstatistik dersleri veren Erdoğan, 2015 yılından itibaren İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tam zamanlı öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Doç. Dr. Erdoğan; dış politika ve kamuoyu, siyasal katılım, genç ve çocuğun iyi olma hali; gönüllülük, sosyal sermaye ve sosyal gelişim konularında çok sayıda araştırma yürütmüş ve yayın yapmıştır.
2017 yılından itibaren düzenli olarak Türkiye’de gençlerin iyilik hallerinin araştırmasını yapıyor, aynı başlıkta rapor hazırlıyorsunuz. Bu raporların bulgularını yakından incelediğimizde gençlerin yaşamdan memnuniyet dereceleri ve geleceğe dair umutlarında bir düşüşün olduğu görülüyor. Gençlerin çizdiği bu tablo sizce bize hangi gerçekliği sunuyor?
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Araştırma çalışmasını ilk tasarladığımız günden bu yana yaşanan gelişmelerin gençlerin algıları üzerinde doğrudan etkisi olduğunu görmekteyiz. Daha anketin daha başlangıcında sorduğumuz öznel iyi olma hali, yani “yaşamından genel olarak ne kadar mutlu olduğu” sorusuna verilen yanıtın 2017’den bu yana düzenli olarak düştüğünü görüyoruz. Öncelikle 2018 yılında yaşanan ekonomik kriz ve 2020 yılındaki pandeminin etkisi gençleri daha mutsuz ve umutsuz kılıyor. Araştırma raporunda daha detaylı anlattığımız üzere “iyi olma hali” yaklaşımı, çocukların/gençlerin ya da vatandaşların yaşamlarından memnuniyetlerinden çok, bu memnuniyeti belirleyen nesnel faktörlere odaklanır. Bizim çalışmamız örneğinde de, gençlerin iyi olma halinin en önemli belirleyicilerinden biri maddi durumdan memnuniyetleri… Önce ekonomik kriz, daha sonra da pandemi nedeniyle gençlerin iş bulamaması, işlerinden çıkartılmaları ve gelecekte de iş bulma konusunda daha karamsar olmaları; Türkiye gençliğinin yaşından beklenmeyecek kadar karamsar olmasına yol açıyor, araştırma sonuçları da bunu gösteriyor.
İyilik halinin sağlanması en temelde maddi koşulların yeterliliğiyle ilişkili. Dolayısıyla çalışma durumu ve istihdam önem arz etmekte. Raporun önemli bulgularından biri de gençlerin büyük çoğunluğunun iş bulma konusunda kaygı duyduğu ve bu kaygının gençler arasında giderek arttığı. Sizce Türkiye’de gençlerin iş bulma kaygısını tetikleyen temel unsurlar nelerdir?
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Öncelikle hem bizim araştırma sonuçlarımız, hem de resmi istatistikler, Türkiye ekonomisinin yeterince iş yaratamadığını gösteriyor, bu da genç işsizliğinin yüksek olmasıyla sonuçlanıyor. Her yıl belirli sayıda genç çalışma yaşına geliyor, bunların bir kısmı eğitimlerine devam ederken, bir kısmı da iş aramaya başlıyorlar. İş arayanların bir kısmı buluyor, bir kısmı da bulamıyor ki bu kesime “işsizler” diyoruz. Çeşitli sebeplerden eğitimi tamamlasa da iş aramayan, işgücünün dışında kalmayı tercih eden gençler var, bunlara “ne eğitimde, ne istihdamda gençler” ya da “evgençleri” diyoruz ki, çoğunluğu genç kadınlardan oluşuyor. Bir de eğitimlerini tamamlayarak işgücü havuzuna dahil olanlar var. Bu kategorilerin toplamı her sene artıyor ve Türkiye ekonomisi de bu kadar gence iş bulmak zorunda, ne yazık ki de bulamıyor. Bu resmi daha da karmaşıklaştıran çalıştığı işten çıkartılanları ya da bir sebepten iş değiştirenleri de ekleyebilirsiniz. Ayrıca ekonominin gidişatına göre ev gençlerinin bir kısmı iş aramaya geri dönüyor, bu da işsiz sayısını doğrudan etkiliyor. Böyle bir ortamda, özellikle de 2018 ekonomik krizi sonrasında, siyasal istikrarsızlığın yüksek olduğu bir ortamda, pandeminin de olumsuz etkileri göz önünde bulundurulduğunda, gençlerin iş bulamaması şaşırtıcı değil.
Zaten gençlere “iş bulmalarının önündeki en büyük engel nedir?” diye sorduğumuzda birinci sırada iş olanaklarının olmaması geliyor. Niteliklerine göre iş olmaması ya da verilen ücreti düşük bulmaları gibi engeller daha geri planda kaldığından, yeterli iş olmamasının genç işsizliğini tetikleyen en önemli unsur olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye’de gençlerin başka bir ülkeye yerleşmek ya da eğitimine orada devam etme isteklerinde özellikle son 1 yılda önemli bir artışın olduğu görülmekte. Nedenlerine bakıldığında; daha fazla kişisel özgürlük istediği için ve daha iyi eğitim olanakları yüzünden başka bir ülkeye yerleşmek istediği cevaplarının oranında artış görülmekte. Gençler neden kişisel özgürlüklerinin baskılandığı düşüncesine sahipler? Bu durumun Covid-19 pandemisinin hem eğitimde hem de gündelik hayatta getirdiği olağanüstü haller ile bir ilişkisi var mı?
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Bu araştırmayı yapmayı başladığımız günden beri gençler arasında okumak ya da çalışmak için yurtdışına gitmeyi isteyenlerin oranı artıyor. Bu talebin birinci sebebinin yeterli iş olanağı olmadığı kesin, ülkede gençlere “onurlu” bir hayat sağlayacak, beklentilerine uygun işler bulunmuyor. İkincisi, küreselleşme nedeniyle, gençler için yabancı ülkeler tanıdık hale geldiler. Gençler başka bir ülkeye uyum sağlayabilecekleri konusunda ebeveynlerine kıyasla çok daha iyimserler, kendilerini “yaban elde” hissetmeyeceklerini düşünüyorlar. Üstelik, yabancı ülkelerin Türkiye’de, özellikle özel yaşam konusunda daha özgürlükçü olduğuna dair bir algı var, bu da yabancı ülkeleri daha cazip hale getiriyor. Belki de en önemlisi, pandemi dönemi “güçlü” bir devletin ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Özellikle Almanya’nın ve diğer Avrupa ülkelerinin genç vatandaşlarına maddi olarak ne kadar destek olabildiğini görenlerin o ülkelerde yaşamayı istemeleri çok normal.
Gençlerin özgürlüklerine ket vurulduğu kanısında olmaları şaşırtıcı değil, özellikle de pandemide ne kadar çok eve kapatıldıkları göz önünde tutulduğu zaman. Salgın döneminde hem okullarından hem de sosyal hayatlarından mahrum kalan gençler için “özgür” bir yaşam sürmenin yolu; medya ya da sosyal medya yoluyla aşinalık kazandıkları ve kendilerini yabancı hissetmeyecekleri ülkelere, özellikle de gelişmiş ülkelere göç etmekten geçebiliyor.
BMGK’nın 2015 tarihli 2250 sayılı “Gençlik, Barış ve Güvenlik” konulu kararın gençlerin temsiliyeti ve katılımı konusunda açık bir vurgusu var. Türkiye’de gençlerin katılımı ve temsiliyeti açısından BMGK’nın nasıl bir yansıması var? Özellikle Covid-19 pandemisinin yönetişiminde gerek eğitim alanında alınan kararlar gerekse de diğer alanlardaki karar süreçlerinde gençlerin katılım durumu neydi?
Prof. Dr. Emre Erdoğan: 1990’ların ortasından itibaren yapılan saha araştırmalarında süreklilik arz eden bir bulgu var: Türkiye gençliği katılmıyor. Sadece geleneksel siyasete değil, siyasetin alternatif yöntemlerine -boykot, işgal, protesto gibi- de yüz vermiyor. Bunun en önemli sebebi 1980 sonrasındaki siyaseti kıymetsizleştirme ve gençliği apolitikleştirme çabalarının başarılı olması. İkinci olarak, geleneksel siyasetin ve siyasetçinin yozlaşmış görüntüsü de gençleri siyasetten uzak kılıyor. Bu “talep yönlü nedenlere” mutlaka siyasi kurumlarımızın yapısından kaynaklanan “arz yönlü” nedenleri de eklememiz gerekiyor. Türkiye’de partiler üzerinden yapılan siyaset gençlerin katılımına tamamen kapalı, gençler afiş asmakta, kapı kapı dolaşmakta kullanılacak insan kaynağı olarak görülüyor. Her ne kadar seçilme yaşı düşürülmüş olsa da, milletvekillikleri genel başkanların takdiriyle dağıtıldığından belirli bir siyasi ve maddi sermayesi olanlara tahsis edilmiş durumda. Partileri bir kenara bırakalım, gündelik hayatta da gençlere söz hakkı tanınmıyor. Eğitim kurumlarında, sivil toplum kuruluşlarında, yerel yönetimlerde hatta apartman yönetimlerinde bile gençlere kendi yaşamları hakkında söz verilmiyor, onların adına konuşulup karar veriliyor. Pandemi sürecinde de gerek eğitimin sürdürülme biçimi, gerekse de alınan tedbirler konusunda kimse gençlere danışmadı. Karar verme mekanizmalarından bu derece dışlanma gençlerin her türlü katılım hevesini kırıyor ve isteksizlik yaratıyor.
Raporda gençlerin gönüllülük faaliyetinde bulunma ve sivil toplum katılımlarında diğer ülkelerle karşılaştırıldığında düşük olduğu ve zaman içerisinde de bir artış olmadığı görülmektedir. Türkiye gençliğinin bu konuda ilerlemesi açısından nasıl bir strateji izlenmelidir? BMGK 2250 kararının Türkiye’de uygulanmasının ve duyurulmasının nasıl bir etkisi olabilir?
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Genel olarak baktığımızda Türkiye’de gönüllülük yapanların oranının yüzde 10’un altında kaldığını ve bu oranın 1990’lardan bu yana yükselmediğini görüyoruz. Bu oranla Türkiye gönüllülük yapanların oranının en düşük olduğu ülkelerden biri. Gençlere baktığımızda da benzer bir resimle karşılaşıyoruz ve neredeyse 25 yıldır bu düşük oran değişmemiş durumda. Sivil katılımın bu kadar düşük olmasının en önemli sebeplerinden biri siyasete olan güvensizlik, sivil toplum kuruluşları da siyasetin bir parçası olarak görülüyor. İkinci olarak, gençler sivil toplum kuruluşlarını tanımıyorlar, faaliyetlerinden haberdar değiller. Bu nedenle bu tür faaliyetlere nasıl katılacaklarını bilmiyorlar. Ailelerin de gençleri katılım konusunda teşvik etmediklerini söyleyelim, gönüllülük, maddi karşılık beklemeden çalışma bir tür “enayilik” olarak görülüyor. Sivil toplum kuruluşlarına da güvensizlik yüksek, “hangi amaca hizmet ettiği bilinmeyen” kişiler ve kurumlar olarak görülüyorlar. Bu güvensizliğin ülkemizdeki sivil toplumun az gelişmişliğinden kaynaklandığını söyleyebiliriz, özellikle de herkesin ve her kurumun devlete hizmet etmesi gerektiğine inanan, “korporatist” bir siyasi kültürünün mirasçısı olduğumuz göz önünde tutulursa. Öte yandan sivil toplum kuruluşları da günahsız değil. Çoğu sivil toplum kuruluşu tek adam tarafından yıllara yönetiliyor, gelir-giderleri, bütçeleri şeffaf değil. Sivil toplum kuruluşları yaptıklarını sıradan insanlara anlatmakla uğraşmıyorlar ve kapalı kalmayı tercih ediyorlar. Ayrıca bu kuruluşların çoğunda önemli bir “yaşçılık” var, gençler düşük profilli işlerde görevlendiriliyorlar, kararlara katılamıyorlar ve en önemlisi güvenliksiz bir şekilde çalıştırılıyorlar, örneğin başlarına bir kaza gelse sivil toplum kuruluşu gence destek vermiyor. Gönüllü olarak çalıştırdığı gençlere yemek, çay-kahve ve yol parası vermeyen sivil toplum kuruluşları olduğunu görüyoruz. Böyle bir manzara da gençlerde “sömürüldükleri” algısı uyandırıyor ve bütün sivil toplum kuruluşlarından uzak durmalarına yol açıyor.
Gençlerin isteksizliğini kırma konusunda yapılacak çok şey var, örneğin üniversitelerde sosyal sorumluluk faaliyetlerinin yaygınlaştırma ve belki de mezuniyetin bir ön-şartı haline getirme bunlardan biri. Keza, gençlerin üzerinden gönüllülük yapmanın maddi yükünü alacak bazı düzenlemeler yapılabilir, ücretsiz ulaşım sağlamak ya da sağlıklı ve ödenebilir yemeğe erişmeleri sağlanabilir. Verilen bursların karşılığı olarak tanımlanabilir. Devletin yapabileceği bazı şeyler var, gençlerin gönüllü olarak çalıştırılmaları durumundan en azından sigortasını devlet üstlenebilir. Ama en önemlisi sivil toplum kuruluşlarının gönüllülere bakış açılarını değiştirmeleri, daha kapsayıcı ve katılımcı bir çalışma biçimini geliştirmeleri; ayrıca da topluma seslerini daha fazla duyurmaları da gençleri gönüllülük faaliyetlerine çekebilir.
Gençlerden bahsedildiğinde kuşaklara ve özellikle Z kuşağına atıfta bulunulmadan geçilmiyor. Raporda kendini önceki kuşaklara oranlara daha şanslı hisseden gençlerin sayısının giderek azaldığı görülmektedir. Sizce bahsedilen bu şansızlık ne üzerinden temelleniyor? Z kuşağı üzerinden yaratılan ‘şımarıklık’ algısını bu çerçevede nasıl konumlandırmalıyız?
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Öncelikle yaygın olarak kullanılan X, Y ve Z gibi kuşak tipolojilerinin Batı/ABD merkezli tanımlamalar olduğunu, o dünyanın kendi tarihsel ve toplumsal gerçekliğinin bir sonucu olduğunu belirtmekte yarar var. O tarihsel ve toplumsal koşullar, aynı tarihlerde küresel olarak geçerli olmayabilir, bu nedenle ABD’de Z kuşağının oluşmasını sağlayan koşullar, ülkemizde olmadığından; burada da bu kuşağa rastlamayı beklemek yanıltıcı olur.
Öte yandan, tarihsel olarak baktığımızda 20. Yüzyıldan itibaren en fazla küreselleşmiş ve coğrafyayı bir derece aşabilmiş kuşağın da Z kuşağı olduğunu söylememiz gerek. Tüketim kalıpları, yaşam tarzları ve bir derece değerler açısından, toplum içi farklılıklar sabit kalmak üzere benzeşiyor. Kuşak bazlı genellemeler yaparken, bu iki konuyu göz önünde tutmak gerekiyor.
Kuşak sosyolojisinin temel argümanı, aynı tarihsel şartlara maruz kalanların birbirlerine benzeyecekleri ve diğerlerinden farklılaşacağı. Başka bir deyişle, 1968’in benzersiz şartlarına maruz kalan zamanın gençlerinin hem ebeveynlerinden hem de çocuklarından farklı değerlere sahip olacağı düşünülüyor. Bu tarihsel şartlara eğitim, iş, refah gibi olanakları da eklemek gerek. Böyle baktığımızda, sürekli bir iyileşmenin sona ermesiyle beraber bir kuşağından kendisinden önceki kuşaklara göre şanslı ve şanssız olduğu konular olacağını da söyleyebiliriz. Örneğin, şu anda genç olanlar, ebeveynlerine kıyasla çok daha geniş iletişim olanaklarına sahipler, öte yandan da iyi bir eğitim almaya çalışırken, iyi bir iş ararken ya da bir ev almaya çalışırken daha fazla zorlanacaklar. Bu nedenle de ebeveynlerinin bakış açısından daha şanslıyken, kendilerini daha şanssız görebilirler; bu tamamen zamanın ruhuna ve sahip oldukları değerlere bağlı.
Raporda Türkiye’de gençlerin geçmişe oranla kendilerini daha az güvende hissettiği ve özellikle genç kadınlarda bu oranın düşüş gösterdiği görülmektedir. Sizce Türkiye’de artan şiddet ortamının ve kutuplaştırıcı söylemlerin gençlerin güvenlik algıları üzerinde nasıl bir etkisi var?
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Her kuşağın sosyalleştiği -biz buna kabaca 15-25 yaş arası diyoruz- dönemin o kuşak üzerinde silinmez bir etkisi bulunuyor. Bugüne odaklanacak olursak 1996-2006 doğumlu gençlerden bahsediyoruz. Bu gençlerin hayatında 2008 Finansal Krizi, 2013 Gezi Protestoları, 2015 Çifte Seçimleri, 2016 Darbe Girişimi, 2018 Ekonomik Krizi ve 2020’den bu yana Koronavirüs salgını var, önümüzdeki dönemde de ne olacağını bilmiyoruz. Bu dönemde yaşanan terör olaylarını, kadına yönelik şiddetin yükselmesini ve siyasal krizleri de eklemek gerekiyor. Bu kadar güvensiz bir dönemde, gençlere destek olmayı, bir “güvenlik ağı” germeyi başaramadığımız da göz önünde tutulursa; gençlerin bu tedirgin dönemin izlerini taşıyacağını kesinlikle söyleyebiliriz. Üstelik, son dönemde siyasi yaşama damgasını vuran siyasal kutuplaşma ve hoşgörüsüzlük de toplumsal diyalog konusunda son derece karamsar bir resim çiziyor. Bu dönemde sosyalleşen gençlerin yetişkin olduklarında içe kapanmalarını, radikal görüşlere kapılarını kolaylıkla açmalarını ve demokrasiden kolaylıkla vazgeçmelerini engellemek kolay gözükmüyor. Gençlere daha güvenceli bir yaşam sunacak politikaları tartışmadığımız da akılda tutmamız gerekiyor, siyasetçiler kuşakların oylarına hip-hop müzikle talip olmayı gerçekçi çözümler ve güvenin yeniden inşası geliştirmekten kolay görüyorlar. Bu durumu değiştirecek yegane unsur ülkeyi ve genç nüfusu yöneten siyasetçi, sivil toplumcu, yönetici kadrolarının daha genç kadrolara yerini bırakması, başka bir deyişle şimdiki yönetici kuşağın tasfiyesi olabilir.
BMGK 2250 kararında şiddetin önlenmesi ve barışın inşasında gençliğin aktif katılımına önemli bir vurgu var. Türkiye’de gençler popülist söylemlere ya da ötekileştirmelere sıkça maruz kalıyor. Gençler, böyle bir atmosferde ‘öteki’ olarak atfedilenle nasıl bir uzlaşı sağlayabilir ve barışı inşa edebilir?
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Gençlik konusunda çalışanların sürekli vurguladıkları bir konu, gençlerin özneliklerini kazanmaları ve kendi kaderleri konusunda söz sahibi olmaları. Şu anda ülkede her kademede gençlik politikaları gençlerin adına alınan kararlarla geliştiriliyor ve uygulanıyor. Üstelik bu durum iletişim teknolojilerinin hiç olmadığı kadar geliştiği bir dönemde yaşanıyor, gençleri kararlara dahil etmek için sayısız uygulama geliştirilip, tarihte teknolojiye en fazla adapte olmuş kuşağın erişimine sunmak mümkünken. Gençlerin herhangi bir değerlendirme yaparken, kendilerine fikirlerini sormayan kimseyi ciddiye almamaları gerekiyor, çünkü Türkiye’de baştan aşağıya bir pederşahi/hiyerarşik ve eril bir yönetim anlayışı egemen durumda. Bu anlayışın kendisinden sonrakilere alan açmasını beklemek gerçekçi olmaz, bilakis herkesin “haddini bilmesi” gerektiğini düşüneceklerdir. Gençlerin karar alma mekanizmalarına dahil edilmesi ve kendi kaderlerini ellerine almaları bir tercihten ziyade bir zorunluluk. Bu noktada gençlerin toplumsal eşitsizliklerin ve ayrımcılıkların farkına varmaları gerekiyor, bütün gençler eşit şanslara ve yapabilirliklere sahip değiller, kırılgan gruplarda yer alan gençlerin güçlendirilmesi konusunda da çaba harcamak gençlere düşüyor. Böyle bir çaba içerisinde, kendi kaderini eline alan ve özneliğinin farkına varan gençlerin, yapay duvarları aşarak diğeriyle diyalog kurmaları mümkün olabilir.
Türkiye’de gençleri bugüne ve geleceğe dair motive edebilecek araçlar oldukça kısıtlı. Gençliği çalışan ve gençlik araştırmaları yapan biri olarak, gençlerin değişim için üstleneceği rollere dair neler söylemek istersiniz?
Prof. Dr. Emre Erdoğan: Yıllar önce yazdığım bir yazıda “Kuşak çatışması değişimin fay hattı mı?” başlığını kullanmıştım. Farklı dünyalarda büyüyen ve farklı değerlere sahip olan iki kuşak arasındaki fikir ayrılığının doğal olduğunu, zamanla yeni kuşağın değerlerinin egemen olacağı bir dünyanın gerçekleşeceğini öne sürmüştüm, tabii ki daha yeni, daha iyi anlamına gelmemekte. Şu anda da, özellikle ülkemizde neredeyse iki farklı dünyadan gelen insanlar bir arada bulunuyorlar ve eski dünyanın temsilcileri daha statükocu, daha hiyerarşik, daha pederşahi ve daha materyalistler; yönetim tercihleri de bu yönde… Oysa gelecek yeni kuşağın daha bütüncül düşünen, çevreye daha saygılı, daha yenilikçi olma olasılığı var, bu kuşağın yöneteceği bir dünya da eskisinden çok daha farklı olacak. Şu anda bir çok kurumda eski dünyanın temsilcilerinin gücü elde tuttuklarını ve bunu başta gençler olmak üzere herkesi dışlayarak kullandıklarını görüyoruz. Oysa başka bir yönetim anlayışı mümkün. Gençlerin yapabileceği, kendilerini figüran olarak gören, karar verirken danışmayan, patronluk taslayan ve bildiğini okuyan bu yöneticilerin olduğu kurumlardan kaçmaları ve daha fazla söz hakkı istemeleri. Önümüzdeki yıllarda yapılacak seçimde bir şarkı ya da iki “tweet” ile ikna edeceğini düşünen politikacılara arkalarını dönmeleri ve sorunlarını beraber teşhis edip çözüm üretenleri tercih etmeleri gerekiyor. Üniversite, sivil toplum kuruluşu, herhangi bir ürün ya da hizmet seçerken; fikirlerini önemseyen, klasik kalıpyargıların haricinde gençlerin çeşitliliğine ve görüşlerine saygı gösterenlere önem vermeliler. En önemlisi, kendilerinden daha zayıf ve şanssız olanlara arkalarını dönmeden, “geride hiç kimseyi bırakmadan”, dayanışmaya önem vererek özneliklerini kazanmaları gerekiyor. Belki o zaman başka bir dünya mümkün olur.